KIRKLARELİ VİZE İLÇE MİLLÎ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜ

‘TÜRKİYE DEĞER ÖDÜLLERİ’ YARIŞMALARI VİZE İLÇE DEĞERLENDİRME SONUÇLARI

‘TÜRKİYE DEĞER ÖDÜLLERİ’ YARIŞMALARI VİZE İLÇE DEĞERLENDİRME SONUÇLARI Bireyi, aileyi, yaşadığımız toplumu ve dünyayı tehdit eden risk ve sorunların çözümünde toplumsal yaşantımızın temel yapısını oluşturan milli, manevi, sosyal, ahlaki, ve kültürel değerlerimizden olan yardımlaşma, dayanışma, çalışkanlık, misafirperverlik, adil olma, sevgi, dürüstlük, sorumluluk, temizlik, çalışkanlık temel referans kaynaklarımızdır. Eğitim sistemimiz öğrencilere; bilgi, beceri, tutum kazandırmanın yanında onların dengeli, sağlıklı gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere sahip, temel insanı değerleri kazanmış iyi insan, iyi vatandaş olarak yetişmelerini sağlama görevini üstlenmiştir.  Bu hedefler doğrultusunda toplumda ahlaki değerler yönünden farkındalık oluşturmak, toplum ve kişiye yararlı duygu kazandırmak ve sosyal ve duygusal gelişimini desteklemek için Milli Eğitim Bakanlığımız Türkiye genelinde ortaokullar da ve liselerde okuyan öğrenciler arasında ‘Türkiye Değer Ödülleri’ yarışması düzenlemiştir. 2015/2016 Eğitim öğretim yılının değeri olarak ta ‘Sorumluluk’ belirlenmiştir. Bu değer temalı eser ödülü kategorisinde Hikâye, şiir, resim, kısa film yarışmaları ve değer ödülü kategorisi yarışmaları düzenlenmiştir. Yarışmaya ilçemiz okullarından çeşitli kategorilerde katılım olmuştur. İlçemizde yarışmada dereceye giren eser ve öğrencilerimiz şunlardır. Değer Ödülü Kategorisinde: Kışlacık Ortaokulu 7/A Sınıfı Öğrencisi Gül KAHRAMAN Kısa Fil yarışmasında: Cumhuriyet Ortaokulu 8/A sınıfı öğrencisi Berkcan YILMAZ Şiir yarışmasında: Namık Lemal Ortaokulu 7/A sınıf öğrencisi Ünzile AYBAŞ Resim yarışmasında: Namık Kemal Ortaokulu 6/B sınıfı öğrencisi Aleyna ÖZKAN Hikaye yarışmasında:   Cumhuriyet ortaokulu 7/B sınıfı öğrencisi Kardelen TAKAN
‘TÜRKİYE DEĞER ÖDÜLLERİ’ YARIŞMALARI VİZE İLÇE DEĞERLENDİRME SONUÇLARI

BİRİNCİ SEÇİLEN ŞİİR:

SORUMLULUKLARIM VAR BENİM

Gelmişsem bu dünyaya,

Sorumluluklarım var benim.

İnsan olarak yaşamaya ,yaşatmaya,

Sevmeye ,saymaya

Sorumluluklarım var benim.

Bir fakiri doyurmaya

Bir öksüze kol kanat germeye,

Sorumluluklarım var benim.

Çok çalışıp gelişmeye,

Geliştirip güçlendirmeye

Sorumluluklarım var benim.

Ülkeme hizmet etmeye ,

Koruyup kollamaya

Sorumluluklarım var benim,

Şehidime gazime ,

Akan her gözyaşına

Yaradan’a sorumluluklarım var benim.

İnsan gibi yaşamaya ,yaşatmaya,

Sevip sayıp ayrışmamaya

Sorumluluklarım var benim ,

İyi güzel insan olmaya

              Namık Kemal Ortaokulu

 

                                                                                    ÜNZİLE AYBAŞ

 

                                                                                     7/A  

 

BİRİNCİ SEÇİLEN HİKAYE:

                                                        ÇARESİZLİĞİN  SESİ

           Küçük yağmur damlaları düştüğü pencereden tok ses çıkartarak lekeler oluşturuyor, aşağı doğru ağır bir şekilde süzülürken diğer damlacıkları önüne katarak hızlanıyordu.

          Gözünü yatağının hemen karşısında bulunan pencereden ayırmayan adam, ellerini ensesine siper etmişti. Sessizdi. Yaşıtları iş sahibiyken o , aylaktı. Annesiyle birlikte, ölen babasının emekli maaşına muhtaçtı. Bu durumdan çevresinin olduğu gibi , kendisi de hoşnut değildi. Ancak annesi hariçti tabii. O, insanlar gibi oğlunu eleştirmek yerine her zaman söylediği şeyleri söylerdi: “Olsun, oğul. Sen duayı dilinden esirgeme, sığın O’na. O, elbet bir kapı açacaktır zaten. Bugün olmasa da elbet bir gün.” Adam da bu sözüne tutunurdu annesinin. Bu tutunuş, ameliyat masasında kalan çocuğu  için ağlayan bir annenin feryatları kadar dokunaklıydı.

          “Oğul?” Oda kapısı gıcırtılı bir ses çıkartarak adamı düşüncelerinden soyutlaştırırken başını sağ omzunun üzerine çevirdi. “Uyanmışsın?”

          “Evet, anne,” Uzandığı yatağında bağdaş kurarak dikleşirken hemen yan tarafına iki kez vurdu hafifçe. “Uyandım. Gel otur hele.”

           Yürümeye bile mecali olmayan annesi, yüzünden eksik etmediği gülümseyişiyle paytak paytak ilerledi oğlunun gösterdiği yere, oturdu.

           Oğlu kendi gözlerine aşıladığı şefkatle annesinin gökyüzünü anımsatan masmavi gözlerine odaklandı. Annesi oğlunun gözlerinde gördüğü şefkati avuçlarcasına hissetti.  Şefkatin varlığı avuçlarında kanat çırptı.

         “Anne,” Annesinin iki yana açtığı kollarına kendini bırakırken iç geçirdi adam. Birkaç saniye sessiz kaldı ve pencereden gözüne kestirdiği kristal damlaya takıldı gözleri. Kristal damla zikzaklar çizerek diğer damlalardan bağımsız, bir köşede aheste aheste süzülürken fısıldadı. “ Benim gibi bir oğlun olduğu için memnun musun? ”

          Saliseler saniyeleri; saniyeler dakikaları kovalarken bu kez annesi fısıldadı. “O...O nasıl söz, oğlum?” Kollarına sarılan oğlunu kendinden uzaklaştırırken hafifçe sarstı. “Yaradan’ın makbul gördüğünü kul neden istemesin?” Hüzün kokulu atmosferi soluyan bu iki beden, şu dar-ı dünyada sığınabilecekleri tek limandır birbirlerinin. Üçüncü bir liman da yoktur, gemi de. Asla da olmayacaktır. Hiçbir zaman. “Kalk hadi. Çay soğumuştur şimdiye.”

         Annesinin kolları arasında küçücük bir bedene ev sahipliği yapan koca adam, yaşlı annesinin yanağına bir öpücük kondurarak ayaklanır.

1

         “Sen ye, benim güzel anam. Çarşıya çıkacağım ben, işlerim var.”

        “Sen bilirsin, oğlum.” Annesi az sonra soracağı sorunun utancını yanağında hisseder ve gizlemeye çalışır. “Paran var mı?”

          Gömleğinin kol düğmelerini ilikleyen adam annesinin suali üzerine tekrar ona döner.

        “   Yokluktan hallice, ana. Bir şey mi isteyeceksin?” Annesi yılların izini yüzünde taşıyan çizgileriyle karşısında dikilen oğluna bakar. Ardından bir yumru oturur boğazına. Konuşması gerekir oysaki. Konuşup isteğini söyleyerek o yumruya baş tutacak, canının acımasını hiçe sayması gerekecekti. Yutkundu.

        “Şey… Fısfısım bitmek üzere. 1-2 saat anca idare eder beni. Diyecektim ki, eczaneden bir kutu alırsan hani…” Annesinin yüzüne bakan adam şu anda bu yüze, cennet kokulusuna pilot kaleminin mürekkebini tüketebilecek kadar yazı yazabilirdi. Yazdığı her bir kelimenin, harfin arasından damlayan acı; acıyı silebilecek kadar yoğun şefkati kucaklayarak ciğerlerine soluyabilecekti. Ancak bir ayrıntıyı atlıyordu: Defalarca kağıda kazınan acı, acıyı silebilecek kadar güçlü kelimeler yoktu. Güçsüz kelimeler acının üzerini karalayarak silmeye çalışıyor, üzerine daha iyi bir kalemle daha etkili kelimelerin gücünü aşılamaya çalışıyordu. Ancak hiçbir kuvvet acıyı kapatmaya yetmeyecekti.

          Gözleri düşüncelerin tesiri altında buğulaşırken kafasını iki yana salladı ve çarpık bir tebessüm zımbaladı dudaklarına. “Sen iste canımdan vazgeçerim ben. Meraklanma, geç kalmadan alır gelirim ilacını.”

        Tek katlı gecekondudan ayrılan adam iki eli cebinde yol almaya başlar. Dinen yağmurun ardından ıslanan toprak, burun deliklerine o eşsiz kokusunu aşılarken adam tebessüm eder. Etrafından duyulan böcek sesleri ve kuşların kanat çırpınışları sokak duvarlarına çarparak kulağında yüceleşir. Ve adam bir kez daha şükreder.

       Yelkovan ve akrep durmaksızın ilerlerken saatler bir çığ misali katlanarak uzar. Geçen saatlerin her bir dakikası, havaya ucu kanlı bıçakla yazılar kazırken, havada asılı kalan o mayhoş kokulu sıvıdan kelimeler buharlaşıp uçacağına; irinleşerek donmayı yeğler.

           Adam ise zaman kavramından soyutlaşmıştır çoktan. Aklından uçup giden sorumluluğu bir köşeye çekilmiş; dizlerini kendine çekerek onu izlerken ne olacağını tahmin etmeye çalışmaktadır. Peki şu an, bir canın tapılası kalp atışları ona bağlıyken o ne mi yapmaktadır? O, bir araba galerisinin önünde durmuş, arabalarla arasında duvar görevi gören camdan hayallerindeki arabayı incelemektedir. Güneş, bulutların arkasına saklanırken tüm şehir sessizliğe gömülmüştür adeta.

2

Cebinde titreyen telefonuna bakmak bile ona ızdırap gibi gelirken, bedenini etkisi altına alan şeyin adı Şeytan’dır belki de.

          Gözlerinin önünde sallanan iri bir elle bedeni korkuyla sarsılırken birkaç adım geriler.

         “Kardeşim, kapatıyoruz. Yol ağzından çekilirsen eve gitmeyi düşünüyorum?”

           Beyni kendini güncellerken adamın aklına gelen şey saniyesinde ellerindeki kanın çekilmesine neden olurken, karşısındaki adamı duymazlıktan gelerek aklındaki binlerce soru arasından bir tanesini sorar: “Kaç saattir buradayım ben?”

          “Yaklaşık 2,5-3 saatten beridir. Bir an deli olduğunu düşünmüştüm.” Çoktan koşmaya başlayan adam arkasından ona laf atan galericinin sözünü bitirmesine fırsat vermemişti.

            Pişmanlık tüm kanına karışırken somut gerçeği ise gözlerinden yanaklarına doğru yol alıyordu. Yolda ilerleyen bedenlere çarparak arkasına bakmadan son sürat koşarken içine çektiği her keskin nefes ciğerlerini jiletliyordu. Bir nefes bu kadar acı verebilir miydi ki?

            Dakikalarca koşan adam sonunda göz hapsine giren bir eczane görmesiyle daldı içeriye. Astım hastası olan annesine aldığı ilacınki kadar para bıraktığı eczacıya aldırış etmeden son hızla eve koşmaya başladı bu kez. Belki de çoktan geç kalmıştı? Lakin kalbinin köşelerinde çok az da olsa umut kırıntıları vardı. Bu umut kırıntıları kalbine saplanıyor, adama acı çektiriyordu. Ve adam acıyı iliklerine kadar hissediyordu.

           Nitekim sonunda eve geldi. Kapıyı döven avuç içleri sızlayana kadar sert vurdu kapıya. Vurdu, vurdu. Açan olmadı. Bu, adamın kalbini daha da dağlarken beyninin her bir lobu işlevlerini yapmıyordu. Mesaiye çıkmış, kapanışı sahiplerine bırakmışlardı.

          Titreyen bacaklarına rağmen son bir güç ile ayakta durmayı başardı adam. Elini cebine atarak anahtarını çıkardı. Titreyen elleri kapı deliğini güç bela bulduğunda, açılan ahşap kapıyı kapatma tenezzülünde bulunmadan içeri daldı.

             Önce oturma odasına baktı ayaküstü. Çıkan tek ses radyodaki çatlak sese sahip olan spikere aitti. Orayı es geçerek mutfağa girdi. Tezgâh üzerinde yarısı içilip bırakılmış bir çay bardağı, küçük bir dilimin bulunduğu peynir kutusu ve ekmeklikte iki dilim ekmek vardı.

           “Anne!” diye bağırdı adam hıçkırıkları arasında. “Oğul?” diye bir karşılık bekledi. Gelmedi. Bir adım daha attı mutfağın içine ve hemen ekmek sepetinin yanında bir mektup ilişti gözüne. Titreyen elleriyle incecik kâğıt parçasını, sanki uçacakmış gibi sıkıca kavradı ve başladı okumaya:

 

3

           “Oğlum… İbrahim’im… Hoş geldin. Geç kaldın. İşlerini hallederken üşümedin inşallah? Kalın da giymemiştin zaten ama bir şey demedim sana. Sen kendini daha iyi bilirsin. Ama ben tedbir olarak zencefilli bal hazırladım sana. Yemekler de yaptım. Hepsi dolapta. 1 hafta idare edersin bunlarla artık. Hastalığından ziyade gerçekleştirmeyi dilediğin hayatını yaşayabilmen temennim. Her şey parayla olmuyor. Sen mutlu ol.” Adamın gözyaşları usul usul akarken, akan her damla yaş, kağıdın üzerine damlıyor, sözcükleri silikleştirirken diğer kelimelere nakşediyordu. Okumaya devam etti. “Sakın kendini suçlama, oğul. Benim ölümüm senin yüzünden değildir. Kaderimde varmış, der geçerim. Hem ben hiç üzgün değilim. Aksine, 40 yılımı beraber geçirdiğim adamın, yoldaşımın yanına gidiyorum. Zira, o da beni, bizi bekliyordu. Şimdi ikimiz bir olduk seni bekliyoruz. Ağlıyorsun, ağlama, oğul. Akmasın o gözlerinden bir daha yaş, düşmanlarının toprağını sulamasın. Yeşertmesin o hainlerin zehirli sarmaşıklarını, dolanmasın ayaklarına. Sen ağlama. Kalemin mürekkebi bitmek üzere, oğul. Bitiriyorum.

 

Son nefesim senin uğruna tükensin.

Kelimelerimden dirilsin sükûnetim.

                                                              Varsın sana helal olsun.

                                         ANNEN  

            Cennet kokulu mektubu sağ avucuna hapsederken dudaklarını birkaç kez araladı adam. Aralanan dudaklar kelimeleri içine hapsetmişti. Konuşamadı. Bakmadığı son oda kalmıştı: Kendi odası. Hızlı adımlarla odasına ilerlerken göreceği tablonun onu her ne kadar paramparça edeceğini bilse de geri adım atmadı.

           Odaya girdi. Yokluk içindeki varlığı hemen karşısında, oğlunun yatağına uzanmış, yastığına sarmalanmıştı. Gözleri kapalıydı. Kirpikleri elmacık kemiklerinin üzerini gölgelerken kepenklerini sonsuza dek kapamıştı. Cennet kokulusu, yokluk içindeki varlığı ölmüştü.

   Annesi ölmüştü!

          Usul usul ilerledi önce. Sonra tam karşısına geçti annesinin. Gördüğü manzara onu donuklaştırırken gözlerini kırpıştırdı. Gülümsüyordu. İp misali ince dudakları –morarmış dudakları-tebessüm ediyordu. Ölüme giderken mutluydu. Yoldaşına giderken mutluydu. Ancak arkasında bir enkaz bırakmıştı. Enkazın adı, İbrahim’di.

 

4

         Acı, adamlaydı. Oradaydı. Kalbinin merkezine tahtını kurmuş, sefasını sürüyordu. Şu andan itibaren, onunlaydı.  Hiç gitmemek üzere ensesindeydi.

            “Anne,” diye fısıldadı adam gözyaşları ayakuçlarına doğru yol izlerken. Belki de bu fısıldayış sessiz odadaki en büyük haykırıştı. Sertçe yutkundu ve haykırdı tekrar. “Anne!”

              Biraz gerisinde kalan duvara yaslandı. Ağır ağır sürtünerek duvar boyunca yere çöktü. Bacaklarını kendine çekip gözyaşlarının himayesine kapılan gözlerini yumdu. Çaresizliğin siyah kelebekleri yüreğinden havalanırken, kanat çırpınışların sesi kulaklarında yankı buldu. Pişmanlığını soludu. Sorumsuzluğunu soludu.

             Soldu…

 

                                                                                             Cumhuriyet Ortaokulu   

                                           KARDELEN TAKAN

 

                                                                                                            7/B

Vize İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü KIRKLARELİ - 0 288 318 20 02

MEB © - Tüm Hakları Saklıdır. Gizlilik, Kullanım ve Telif Hakları bildiriminde belirtilen kurallar çerçevesinde hizmet sunulmaktadır.